REKLAMI GEÇ

ÇÜNKÜ ARTIK HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAKİSTANBUL İSTANBUL…

10 Mayıs 2019 Cuma

Burhan Sönmez, Türk yazını için değerli bir romancı. Kuzey, Masumlar, İstanbul İstanbul ve Labirent romanlarının yazarı.

Bu yazımızda İstanbul İstanbul romanı üzerinde konaklayacağız. Sönmez’den okuduğum bu ilk kitap bende önemli bir etki yarattı. Dille kurduğu sıcak ilişki, zengin ve sahici anlatımı ve politik olgular karşısında estetik duruşuyla okurunu kitapta sürüklemeyi başarıyor. Son günlerde yarıda bırakamadığım birçok kitap okudum. İstanbul İstanbul bu önemli kitaplardan birisi oldu benim için. Öte yanda hala belirginleşmeyen bir seçim kaosunun merkezi İstanbul. Döneme de denk düşen bir okuma. Talan ve yalan kurgularla işgal edilmiş bir kentin kendini kurtarma umudu sadece bugüne özgü değil kuşkusuz.  Tarihler boyu tiranların rantiye alanı İstanbul. Ama ne diyordu Adnan Yücel;

“Aşksız ve paramparçaydı yaşam

Bir inancın yüceliğinde buldum seni

Bir kavganın güzelliğinde sevdim

Bitmedi daha sürüyor o kavga

Ve sürecek

Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!“

Hep bir umudun ve özgürlük düşlerinin arkasında koşturmadık mı? Bu duyguyu diri tuttukça daha çok örselendi hayatlarımız. Ülkemiz için kurduğumuz güzel düşlerin köşelerinde iğdiş edildik durmadan. Yine de her daim yeniden kalkmayı denedik, kalkıyoruz ayağa. Hakkın, hakkaniyetin ve halkın yanında olan bu düşlerimizle. Bir hücrede geçen dört kişinin hikâyesidir bu kitap. Dört devrimci karakterin anlattığı on hikayeden oluşan kitap İletişim yayınlarından çıkmış ve ilk baskısı 2015 yılında yapılmış.

Ülkenin politikacılarının asıl kendisi ve tarihiyle yapması gereken muhasebesini romanlarında konu edinen bir yazar Sönmez. Tarihinde barındırdığı trajedilerle yüzleşme cesareti gösteremeyen bir toplum olan ülkemiz, üzerine sinmiş bu travmaların sonuçlarını da katlanmak zorunda kalıyor. Tarih boyu acı, yoksulluk ve cehalet, bu coğrafyanın toplumsal mirası olmuş bu nedenle. Nesilden nesle aktarılan bu mirasla bilişsel sıçramasını gerçekleştiremeyen ülkemiz insanı siyaset alanının da yakın mağduru edilmiş her dönem. Geçmişi yaralarla dolu bu toplumsal travma geleceğe dair de umut üretemiyor. Veya üretemiyordu. Taa ki bir Trabzon delikanlısının gerçeği ters yüz eden bağlayıcı politik dilinin tüm bir kenti kuşatması ve etkisi altına almasına kadar…

Burhan Sönmez, İstanbul İstanbul romanında bir kentin atardamarlarında dolaşıyor. Bir kentin zamanıyla oynaşıyor. Düşleriyle bambaşka mekânlara yelken açıyor. Gecesini gündüz, gündüzünü gece kılan zengin metaforlarıyla bu kaos dolu kentin varlığına dışardan dokunuyor. Zaman zaman zenginlikten acıya ve hüzne erişim sağlayarak. Sönmez’in kahramanlarında bir kent kurgusu olarak İstanbul’u dinlerken ben aslında Denizli’nin sokaklarında fingirdeyen bir sokak kedisi gibi oradan oraya koşturuyorum. Romanı İstanbul olarak değil, yaşadığınız kendi kentiniz olarak da okuyabilirsiniz…

Tüm bunları yaparken bu ülkenin tarihsel yarası olan İŞKENCE kavramı üzerinde de sorgulama yapmamızı sağlıyor Burhan Sönmez.

Roman hemen bir hücrede başlıyor. Ölümcül ve hiç bitmeyecekmiş gibi süren ve sıradan bir işkence seansından dönen toplam dört anlatıcının hikâyeleriyle bir kentin izdüşümü bu hücrenin sınırsız mekânına sığdırılıyor. On bölüm altında süren ağır işkence seansında bu hücreye anlatıcıların düş dünyasıyla birlikte konuk edilen İstanbul’u okurken bir kent romanına mı, yoksa bir işkence anının dayanılmaz travmasına mı şahitlik edeceksiniz, şaşırıyorsunuz. İçerde, yeraltında acının koynunda can çekişirken bu hikayeler sayesinde biraz da dışarıyla tutunuyorsunuz.

“Berber Kamo derinlerden, derinin kıyılarından, kıyının tenhalarından konuşuyordu. Çok saklanmış, çok ezilmiş, yara almıştı. Yara aldığı için mi saklanmış, saklandıkça mı yara almıştı bilinmez…” (S,26)

Sönmez, politik bir dil, acındırma ve argüman kullanmadan işkenceyi anlatıyor. Acıyı acı demeden aktarabilmenin zengin dil olanaklarını ustalıkla kitaba sindirmiş olan yazar aynı zamanda bu hücreden bir kenti olabildiğine özgün sesleriyle, renkleriyle ve doğallığıyla aktarıyor.

“Kentler eski kentlerin yıkıntılarına, ölüler eski ölülerin toprağına yerleşirdi. İstanbul yeraltında yaşadığımız hücrelerle soluk alıyor, biz de göçüp gitmiş insanların kokusunu taşıyorduk. Zihnimizde eski kentlerin ve eski insanların kalıntısı vardı. Yükümüz ağırdı. Acı bu yüzden etimize şiddetle çarpıyordu.” (S, 32)

İşgencehanelerin soğuk beton ve demirlerinde yan yana gelmiş ve birbirlerinin derin hikâyesini öğrenmemek için kendi duygusallıkları ve sayıklamalarıyla da mücadele eden Öğrenci Demirtay, Doktor, Berber Kamo ve Küheylan Dayı, bilmecelerle süslenen ve zaman zaman birbiriyle çakışan ardışık hikâyeleriyle işkenceye direnmeye çabalıyor.

Kendi fiziksel ve ruhsal varoluşları yanında sakladıkları bilgileri gerek işkencecilerden korumak gerekse bir baygınlık halindeyken hücre arkadaşına sayıklamamak için de büyük bir çaba içinde olan hücredaşlar, kendilerine geldiklerinde bu direnci güçlü kılmak için birbirlerine İstanbul sokaklarında capcanlı yaşayan hayallerle süslü hikayeler anlatarak acıya direniyorlar.

“…Küheylan Dayı için hayal yoktu, her şey gerçekti. Yalnızken de oynayabiliyor, duvarlara ve karanlığa başka bir hayat verebiliyordu. Bu hücrenin İstanbul olduğunu söylerken de ciddiydi. Gerçek dışında bir şey yoktu onun gözünde. Dışarı çıkmaya gerek duymadan dünyayı içeri alıyor, zamanla birlikte mekânı da burada aşıyordu. Bu hücre İstanbul’du işte ve her yanı sigara dumanı sarıyordu.” (S, 41)

Kentin mutluluğuna eklemlenemeyen ve geleceklerini kurtuluş düşlerine havale eden nice gençlerin acıları ve travmalarıyla biçim bulmuş toplumsal tarihimize göndermeler yapan İstanbul İstanbul romanı, siyaset dilinin asla yapamayacağı bir yaklaşımla yüzleşiyor ve işkence gerçekliğini bir roman kurgusu içerisinde başarıyla anlatıyor.

İşkence tezgahlarından geçmiş bir kişi olarak ben bu kitabı; işkencenin tematik kurgusu, acının ve felaket duygusunun bedenimizde konaklayan travmaları ve mekanın boyutunun asla ve hiçbir koşulda hücrenin sınırlarıyla boyutlandırılamayacağı gerçekliğiyle yoğunlaşmış bir duyguyla okudum. Kamo’nun, Doktor’un, Demirtay’ın ve Küheylan Dayı’nın eklemlenmiş acılarına derinden ortak oldum. Kendi bedenimizi yitirmişliğimizin ve ruhumuzun gerisinde kalmışlığımızın sözcüklerle taşınamayan nice ağrıları gizlidir tarihimizde.

“Berber Kamo, biz kent mağduruyuz diye devam etti. Ya yoksuluz ya mutsuz, çoğu zaman ikisi birden. Bize umut telkin ederler. Umut sayesinde kötülüğe katlanırız. Ama bugün bizim değilse, yarının garantisi ne? Umut vaizlerin, politikacıların, zenginlerin yalanıdır. Bizi sözcüklerle kandırır, gerçeğin üzerini örterler.” (S, 59)

Eşit, özgür, mutlu ve yaşanası bir ülke için düşleriniz varsa eğer bu ülkede bunun bedelini fazlasıyla ödemek zorundasınız demektir. Sizi yıkıcılıkla, bölücülükle, terörist olmakla suçlayan güçlü bir mekanizmayla ve kuşkusuz bu yapılanmanın biçim verdiği derin toplumsal yargılamalarla da sonsuz bir direnç kazanacak bu mücadele.

Yaşamdan ve kentlerin daraltılmış boyutlarından tecrit edilerek işkencehaneleri ev belleyen korkunç bir tarih de nefes alıyor bu ülkede. Duyulmayan, bilinmeyen ve hala varlığını dipdiri tutan bu tecrit yaşamların tek hayali yaşanır bir kent, barışçıl bir ülke ve soluklanır bir dünya yaratmak. Kimliğini, duygusunu, rüyalarını özgürce görebileceği bir ülkede kardeşçe, insanca yaşamak, anasının diliyle konuşabilmek için…

Burhan Sönmez İstanbul’la cisimleşen bir kent kurgusunu evrensel dilin olanaklarıyla anlatıyor. Siz bu romanı okurken İstanbul yerine kendi mekânınızı yerleştirebilir, kendi kentsel ütopyanızı kurgulayabilirsiniz. Yaşadığınız ve yaşayacağınız yerlere dair kendi düşlerinizi serpiştirip göklerinde kendi kuşlarınızı uçurabilirsiniz. Ancak bu düşlerin gerçekle buluşması travmatik düzeyde acı içeriyorsa o kent algısının derinlerinde ciddi bir yabancılaşma, yalnızlık ve işgal hüküm sürmektedir.

Ancak bu romanda on gün, on hikaye ve dört hücre arkadaşının acıyı aşmak ve mekanı yadsımak için kurdukları düşsel dünyada dipdiri soluk alan bir kent bulacaksınız; İstanbul İstanbul’u…

“Bu kenti biz yaratmadık, kendimizi içinde bulduk. Onu öldüren de biz değiliz. Çıkış yok, bizden öncekiler gemileri yakmış. Ateşi yaratan ilk insanlar gibi yeni kenti ilk yaratanlar kim olacak, ona kim can verecek?” (S, 59) 

Bu canla bir kente bakmayı bilen birileri her zaman olacak. Ve kentin ezberiyle oynayıp basit ve doğru olana sığınıp büyük bir hırsla kenti, gerçek sahiplerine bağışlayacak. Ve ilk kez güneş gerçekten bir kentin doğusundan halkına ışıldayabilecek. Çünkü bugüne dek hiçbir şey çok güzel olmadı kentli için. Her şeyi elinde tutan tiranlar hep kendi güzelliklerini yaratıp yığınlara acı ve yoksulluğu miras bıraktı. Her şeyin çok güzel olacağı düşsel bir kent kurgusu gibi hayaller tezgâhlandı, piyasada da alıcı buldu. Acı ve yoksulluk kaderi oldu bu toplumun. Ama artık bundan sonra böyle olmayacak, böyle olmamalı…

Çünkü artık her şey çok güzel olacak…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı