REKLAMI GEÇ

PARİSE VEDA.. YOLA YOLCU GEREK

7 Ağustos 2017 Pazartesi

Paris notlarına devam ediyoruz. Bugün Pere Lachaise mezarlığında Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’i ziyaret ediyoruz. Hüzünlü ve heyecan verici bir başka durak. Geleni oldukça fazla. Bunu üzerindeki çiçeklerden anlıyoruz. Buraya gelen Türk sayısının çokluğu bize ayrı bir umut veriyor. Hala yürekleri insan atan, ülkesinden kovulmuş bu değerleri anımsayan insanların olması neden sevindirmesin.

Günü dostumuz şair İbrahim Deniz’le süsleyeceğiz, şehri bize o gezdirecek. İşe gitmeyip bize katılması ayrı bir incelikti. Değerli şair dostumuza vefa yükümüz her gün ağırlaşıyor. Ama Paris’i bilen bir kılavuzla gezecek olmanın da kolaylığını söylemeye gerek yok.

Avrupa kültürünün derinliğini mezarlıklarından da kavrayabilirsiniz. Gerçek bir sanat eseri yerler. Doğa ile kucaklaşmış bir müze kıvamında. İnsan buraların mezarlıklarında güven ve huzurla gezebilir. Yakın bir ilgiyle insana yaklaşıyorlar. İnsanın ölesi geliyor…

Hazır bu mezarlığa gelmişken uzun uzun geziyoruz. Kimler yok ki. Mezarlık 1803 yılından itibaren kullanılmaya başlanmış. Bir çok ulustan ırk ve din kategorisi gözetmeden herkes buranın konuğu olmuş. Tıkım dolu ortaçağdan sonra iki yüz yılı aşkın süredir uyguladığı bu eşitlik ruhu oldukça anlamlı. Doğal olarak Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney de hala burada bu eşsiz sessizlikte ruhlarını yaşatıyorlar. Başka kimler yok ki; La Fontaine, Moliere, Balzac, Auguste Comte, Oscar Wilde, Proust, Jim Morison, Edith Piaf ve Paul Eluard… Şair dostum Deniz Aslan ve Keysan ailesi mezarlıkta oldukça zaman harcıyoruz. Çünkü muhteşem heykellerle eşsiz bir görsellik. Özellikle nazi döneminde yok edilenler için yapılan anıt heykeller, mutlaka ziyaret edilmeli. Dünyanın ağrılarını ve eserleriyle dünyaya değer katanları unutmamak için…

Ve eyy bana yaşamak gücü veren hain şeyler

Uçurumlarından değil

Açlığından ve kanlı ağzından da

Sokak aralarında biriktiriyorum

Uçurtmalarım için fırtınaları

Ve bana sevmek gücü veren eyy sefil aklım…

Seninle tamamlıyorum yanılmış yerlerimi

Her gün bir yerinden yenileniyor bu şehir

Sacre Core Kilisesi…

Paris’i bilen biriyle gezmenin de tadı başka oluyor. Sadece kentin bize sunduklarıyla değil, bir şair duyarlılığıyla Paris’e sunduklarımız da gezimizin orta yerine gelip oturuyor. Giderek bir dünyayı konuşmaya başladığınızı ayrımsıyorsunuz. Elbette aklınızın hep bir köşesinde ülkeniz oluyor. Vicdanı ve bilinciyle iyi yöneticilerin elinde nasıl da yaşanılası bir dünya olabilirdi Türkiye!

Bir yandan geziyor, bizi zaman sarkacında tarihin oldukça gerilerine götüren muhteşem yapıların arasında küçücük kalıyor; bir yandan da ülkemize dair yeni düşler, başka rüyalar biriktiriyoruz. Kim bilir, belki şiir bunun için de var. Deniz Aslan bu gezinin şiir ve ev sahipliği yükünü omuzlamış. Büyük bir sığınak gerçekten, böyle kalabalık bir kentte sizin küçülüp yok oluşunuzu engelleyen sağlam dostların olması…

Sacre Core kilisesi de diğer güçlü ve ünlü kiliseler gibi zengin bir mimari dokuyla selamlıyor bizi. İnsanın biraz bu mistik ve egzotik şatafat karşısında zaafı olsa kolayca Hristiyan olabilir. Tüm Avrupa ülkeleri boyunca gerçekten estetik ve mistik gücü yüksek bir dinle karşı karşıyayız. Her dinin kendine özgü bir dili ve akustiği de var elbette. Kendi öz dilimizde bir din algımız olmadığından olsa gerek, bu deist dili anlamakta zorluk çekiyoruz. Mistisizmi ve bilinemezliğiyle yetinip gezimizin Paris ayağını bitirmeye odaklanmalı. Zira her anı keyif dolu ama bir o kadar da yorgunlukla bezenmiş bir gün daha olacak…

Çatısız yıldıza bakar emekçi

İki dil bilir

Biri bileği gösterir her vakit

Diğeri resmi tarihi…

Ter değil kan içer altın taslardan

Ve sadece emir erleriyle konuşur efendileri…

Paris tekne turu ve Şanzelize caddesinde bir akşam …

Paris’i tekneyle turlamak haritayı tersine çevirmek gibi biraz da. Sen nehrinin kolları arasında kenti bir de nehirden gözlemlemek farklı bir bakış açısı katıyor gezgine. Onu da yaptık ve bu turlardan birine katıldık. İbrahim bizi Paris’in tadını duyumsatacak. Onun planına göre hareket etmeyi sürdürüyoruz. Bol bol fotoğraf çekmeyi de ihmal etmiyoruz. Muhteşem tarihi köprülerin altından geçerken gençler ve çocuklar köprü altı akustiğinde çığlık atıyor. Herkes bir anlığına çocukluğuna dönüyor sanki.

Paris her köşesiyle sizi şaşırtabiliyor. Geçtiğimiz köprülerin hemen hepsinde eşsiz bir mimari doku var. Hemen hepsi de heykellerle süslenmiş. Bir kent bu kadar mı heykellerle anlam kazanır? Toplumsal gelişim dizgelerinde bilim, felsefe, ekonomi üçleminde sağlam bir ilişki kuran tüm Avrupa kentlerinde bir kent estetiğiyle karşılaşmamızı şaşırmamamız gerekiyor aslında. Şaşırmamız gereken, bu ilişkiyi kuramayan toplumlar. Püriten anlayış kaba ve yıkıcı orta çağdan sonra aydınlanma dönemine çok zayıf bir halka olarak girmesine rağmen hızla dönüşüp çağın gelişimine kendini uyduran bir mecrada genişliyor. Böylece hem sanatsal hem de bilimsel sıçrama gerçekleşirken bundan en büyük payı bireyin kendisi alıyor. Kişinin özgürlüğüyle biçim bulan gündelik hayat böylece Avrupa’da bir disiplin kazanıp bizleri oldukça şaşırtan kurallar silsilesini ortaya çıkarıyor. Sistem bir saat gibi kusursuz işlerken diğer kişinin haklarına ve varlığına duyulan saygı, kutsal bir yazıt gibi değer kazanıyor ve bu durum sokaklara olduğu gibi yansıyor.

O nedenle, trafiğin düzenli ve tek bir korna sesi dahi çıkmadan akışına hayran kalabiliyorsunuz. Yayalara ve bisikletlilere duyulan önceliğe hayret edebiliyorsunuz. Yerlerde bazen tek bir izmarit, plastik şişe veya herhangi bir küçük çöp dahi görmemenizi yadırgayabiliyorsunuz. Ama insan buna da hemen alışıyor. Demek ki örnekler ve kaideler ilkeli, insani ve doğasına göre yapılandırılabilirse başta yurdum insanı olmak üzere hemen herkes bu dönüşüme kolayca uyum geliştirebilir…

İnsanın insana atışıdır yüreğin çelik soluğu

Su veriyorum geceye oraya

Us veriyorum

Tavını alsın diye kent

Su verip susuyorum…

Toprak testilerden

Cansuyu olur mu diye aklına

Su verip sonrası allah kerim demiyorum

Çeliğin diliyle çözülsün diye kirlenmiş elinizin soluğu

Su oluyorum çavlanlarınıza

Gürlemeye hazırlanan bir mavi gibi varlığınıza…

İnsan olmayan şeylerine sımsıkı sarılırmış

En çok özgürlüğümü önemsiyorum…

Ve bir Paris akşamı Şanzeli Caddesi demektir. Desem de, görmek şart değil. Öyle bir ekstra özelliği yok. Lüksünden başka. Pahalı mağazalar, alışveriş mekânları, ukala ve zengin fırlamaların Porche gösterileri… Cadde gerçekten uzun, gösterişli ve geniş.

Bir ucunda Luksor dikilitaşı, ki Mısırlılardan koparılıp getirilmiş ve buraya dikilmiş… Diğer başında Arc De Triomphe anıtı. Caddenin bir diğer özelliği elbette sanat merkezi de olması. Tiyatrodan opera ve baleye bütün modern sanatlar ve müzeler cadde çevresinde yer almış. Burada yürürken kendimizi başka bir dünyanın yerlisi olarak algılamadık elbette. Ama fakirliğimize karşın hiç kimse tarafından hor da görülmedik. Buralarda müşteri olduğunuz sürece size sonsuz bir saygı ve ilgi var. Ama biz alış veriş yapmadan son gidilecek yer olan Eifel kulesini gece görme planımızı da gerçekleştirmek için Şanzelize’den ayrılıyoruz. Bizi gidi köylü, fakir turistler…

Aylak bir otobüsün arka koltuğunda

Uçurumu içmeye gitti herkes

Dönüşü olmayan bir yola…………..Bitti

Bir isim bile bırakmadılar arkalarında

Paris’in gecelerine dair bir fikir edinmeye dayalı günün gezi programı böylece sonlanıyor. Ve eve geç vakit yorulmuş olarak gidiyoruz. Zira ertesi gün Zürih hedefli yeni bir macera başlayacak. Sabah olup İbrahim Deniz’in kasap dükkânına gittiğimizde bize öyle bol paketler hazırlıyor ki arabaya zor sığdırıyoruz. Hadi arabaya sığdırdık bu kez de biz giremiyoruz…

Bir şairin kasap olmasının bütün inceliğini sergileyen İbrahim Deniz Aslan’la vedalaşıyoruz. Mutlaka Denizli’ye beklediğimizi ve bundan kaçışın olmadığını özellikle vurguluyorum. Vedadan sonra mekanında da fotoğrafımızı çekilip yola çıkıyoruz. Son gün plan Orsay Müzesi ve Versay Sarayı. Sonra gece olmadan yola koyulup Fransa’nın Jura bölgesine doğru yollanacağız.

Orsay müzesi ve Versay Sarayı…

Gülü soluyor bu kavmin göç insanları

Gül bir sarıda üşüyen iklimin ıssızlığı

Uzayıp gidiyor gitmeler

Demir bir zırhın içinde paslanan o yol

Katılaşmış bir zaman eritiliyor dişimizde

Buna takvim diyor kentliler…

Son gündüzümüzü de değerlendirip bu kez akşama doğru yola çıkma planı kuruyoruz. Bu pek tercih ettiğimiz durum değil. Gündüz yol alma nedenimiz biraz da dış görsellikten yararlanmak ve günün yorgunluğunu taşımamak.

Orsay, 1898 yılında gar olarak inşa edilmiş. 1986 tarihinde müze olarak hazırlanıp açılmış. Özellikle izlenimci ressamların sergilendiği müzede karşımıza çıkan Osman Hamdi Bey bizi şaşırtıyor. Müzedeki tek Türk eser bu. Ayrıca muhteşem heykellerin de sergilendiği müze, bizi 1800’lü yılların rüyasına bırakıyor. Büyüklü küçüklü eserler karşısında büyüleniyoruz…

Bu müzede uzun zaman kaybediyoruz. Sırada Versay sarayı var. Büyük bir alanda kurulmuş saray Fransız mimarisi ve şatafatının zirvesi. Unesco, dünya mirası listesine de almış. Dünyanın her yerinden binlerce ziyaretçi geziyor.

Oraya varışımız geciktiği için içine giremiyoruz. Sarayın gücünü dış mimarisinden hissetmek mümkün. Elbet monarşinin baskın gücü karşısında ezilen ve köleleştirilen halkın tarihinden söz etmek bu tür müzeciliğin anlayışı değil. İktidarların gücünün temsili olan bu saraylara bakınca içerisinde saklı kalmış ezilen emeği düşünüyorum. İçini görememiş olmak kayıp değil elbette. Ama insan her yüzyıl bir şekilde kendi alınteri altında ezilirken yönetenlerin şatafatına yardım ve yataklık etmesini de anlaşılır bulamıyorum açıkçası…

Böylece Paris de hızla akan zamanın gölgesi de anı oluyor. Şimdi hedef, Fransa’nın jura bölgesinde yer alan Dole üzerinden Zürih. Gece yolculuğu ve konaklayacak bir yer bulabilecek miyiz, belirsiz. Sonuçta yola yolcu lazım ve o yolcu da şu an biziz… Yorgun Keysan ailesi…

Ve şehri meme uçlarından kemiriyorlar

Kanlı ağızları var üstelik uzun uzun…

Gidişlerine beyaz bir diş izi bırakıyorlar

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı