
GECE
14 Kasım 2018 Çarşamba
Karanlık bir oyunun parçasıysanız ve bu oyunda eninde sonunda ölüm olacaksa kaderiniz, kaderinizi değiştirme seçeneği üzerine kafa yormaya başlamanın zamanıdır…
Bir roman veya romansı bir metin üzerine yazmak oldukça iddialı bir girişim. O nedenle ben yazarın estetik ve retorik atölyesi üzerine değil daha çok eserin bende yarattığı etkiler üzerine yazmayı yeğlerim. Bu da kitap hakkında bilgi vermeye yönelik bir girişim kendimce. Okur bir kitaba yeltenirken nasıl bir yolculuğa çıkacağını bilmeli ki, ona göre derlenip toparlanmalı…
Gece romanı, okurunu içine çekip orada uzun boylu oturtan, geniş manzaralar sunan ve olayların arasında oradan oraya akarken okumanın rehavetini okura veren bir anlatıcı değildir. Gece’yi okumaya başladıysanız eğer Bilgesu Karasu’nun böyle bir kaygı taşımadığını göreceksiniz. Okurunu daha başında metinlerin arasında bir kuyuya atan yazar bildiğimiz okur-yazar tavrını da ters yüz etmeyi başarıyor. Yüzleşmeye korktuğumuz şeylerle yüzleştiriyor. “Gece, ine dönüştür; ılık sularda yüzüş, yalanlardan pek çoğunun gerisine, öncesine dönüştür. Kendisi de bir yalana dayansa bile.” Yazarın bir felsefeci olduğu da baştan bilinmeli. Metinlerin sürekli kesintiye uğraması, açık bir dille yazılmaması okuru sürekli düşünmeye zorluyor.
Gece de metinler arası geçişler okuru kolayca şaşırtarak zaman ve mekân mefhumu ortadan kalkıyor. Böylece anlatı içerisinde ışığa gitmeye çabalayanın gerçekte yazar mı yoksa okur mu olduğu da birbirine karışıyor. Bu kaos ortamında yaşanan hikaye örgüsü okuru ve romanı ciddi karmaşalara sürükleyecektir. Olduğu veya olmadığı bilinmeyen kod isimler, örgütler, kişiler metinlerin buğulu dili altında dilin gizeminden kurtulamıyor.
Bu belirsizlikler ve gecenin sis perdesi roman boyunca sizi eşlik ediyor. Yaşanan mı, rüya mı olduğu belirsiz bir mekânlar bileşiminde simgeler gerçekliklerle yer değişiyor. Tamamlanmamış konular ve olaylar okuru ciddi bir düşünmenin ve gecenin derinliğinde bırakıyor. Bir tür kayboluş. Ama bilinçli bir yitim bu. Yazan da, anlatıcı da okur da bu yitimin bir parçası. Yaşam çok katmanlı geçitlerden oluşuyor. Bu süreçten geçebilen okur, romanı tamamlayacak ana unsur gibidir. Gerçekten de yazar bir yazar olarak değil, kurgunun içine bir okur gibi girmekte ve yazana dair de birçok göndermeler yapmaktadır. Bu, romanın okur tarafından yazılmasına da kapı aralıyor.
Derrida’nın yapıbozumcu ve romana dışardan çok dilli, çok katmanlı katılımı, bu eserde sıkça kullanılan bir yöntem. Kitabın 32. Sayfasında yazar araya girdiği dipnotla bunu açıkça itiraf da ediyor. “Zamanı yok etmeğe çalışırken söyleyişimizin yapısını da bozmak gerekmez mi?” Bu yeni tarzda roman okur için zorlu ve düşsel bir belirsizlikle başlayıp bitmektedir. Bir ölçüde yazanın okur da olması gibi mesajlar barındırması yanı sıra dönem yazını için de ezber bozan bir aydın eleştirisi sunmakta. Dilin olanakları ve olanaksızlığıyla geleneksel roman kalıplarını parçalayan bir eser olarak da okunmalı Gece…
Metinler arası ilişkilerde süren bu belirsizlik benim için de zor bir okuma olsa da acaba sonunda neler açığa çıkıyor merakı okurunu kitapta tutan diğer bir unsur. Ancak beklentileri zorlayan bir okuma olduğu gerçek. Bazen belirsizlikler ve verilen ipuçları çevresinde bir hafiye konumunda kalsanız da okurken kurguyu zihinde sürdüren bir geniş alan da yaratıyor. Giderek romanı anlamaya yönelik dar bir alandan sıyrılarak yaşamı şifreleyen analitik bakışlar gelişiyor ve kendi düş dünyanızın sınırlarına yöneliyorsunuz. Şiirsel bir etki bu. Okumalarda sık sık tekrarlara, okumaya geri dönelebiliyorsunuz bu nedenle. Böylece anlamayı bırakıp anlatımın düşsel coğrafyasında kayboluyorsunuz. Çünkü hikaye yok kitapta. Kitap kendi hikayesini eylemler ve olgular üzerine kurguluyor. Ve bunu da dilin kaygan derinliğinde yapıyor…

Anlatımda yer alan ve sık sık okur önüne çıkarılan bilinmeyeni söyletme uzmanları, ulusal kitaplık, bilgiler sarayı, gecenin işçileri gibi kavramlar roman akışının gizemini de sürdürüyor. Kesin bir tarifi olmayan bu oluşum, kitle veya örgütlenmeler, metinler arasında sık sık karşımıza çıksa da bunu anlamlandırmak okura bırakılıyor. Bu tanımlar romanın üzerinde baskın bir gücü de simgeliyor. Sanki bu yetke yönlendiriyor bütün toplumsal rolleri. Denetliyor ve karar veriyor. Metinler okundukça okur küçülüyor. Çünkü yazan kesin ipuçlarıyla konuşmuyor. Anlatıcının akıl hastanesinde bir deli olmadığına inanmak güçleşiyor. Hatta kendimizi romanın bir köşesinde mağdur, deli, geceye karışmış bir ıssız durumda bulmamak da mümkün değil…
Sadece romancı olarak yazarın tarzı değil, okurun da yerini sorgulayan, yadırgatan ve rahatsız eden bir dil barındırıyor Gece. Ülkede henüz 12 Eylül’ün basıncı hissedilmiyor. Özgürlükler üzerine genişleyen bir Türkiye ortamı. Bir o kadar ambargolar, benzin kuyrukları, yokluk-yoksulluk. Politik örgütlenmelerden yazın dünyasına kadar uzanan bir olanak da yaratıyor bu coğrafya. Toplumda bir kımıldanma da var. Özellikle aydınlar üzerinde sürdürülen devlet basıncı. Bu toplumsal hareketlerin bireye yansımaları da olacaktı elbette. Kentleşmenin ilk nüveleri ve arabesk kültürün gelişmeye başladığı dönemler. Doğal olarak yabancılaşmanın ve yalnızlaşmanın da ilk dönemleri. Yığınların kitle halinde sokaklardan kaçışı onu bir tür kendi içine dönüşü de simgeliyor. Romanın anlamını bu derinlikten alması anlaşılır ve kaçınılmaz. Bireyin iç dünyasının karanlıkları toplumsal düzlemde kentlerin gecesiyle bir özdeşlik içeriyor. Yazar gece de hem kendisiyle hem de yüzleşmesi gereken travmalarıyla karşılaşıyor. Zaman zaman da geceye sığınıyor. Okuru çırılçıplak soyup derinlikleriyle bırakıyor. “Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yeniden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.” (s,31)
Kuşkusuz dönem Postmodern metinlerin de giderek ülkemizde ortaya çıkışının dönemi. Toplumcu gerçekçi kültür sanat ortamının en güçlü olduğu bu süreçte roman alanı da yeni açılımlara yönelmektedir. Daha metnin ilk sayfasında yazar, okuru canlı bir dilin evrenine dahil eder ve oradan yaralarına doğru yola çıkarır. “Dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olacak…” , “ Sonra soyunmağa başlayacak insanlar. Gecenin açtığı yaralar biraz daha acısın diye.” (s,15) Okur, kitaba ilk girişinden itibaren sarsılır ve okumanın sonuna kadar bu travmayı sürdürür. Yazıcının, anlatıcının derdi de budur. Okuru rahatsız etmek. Hatta bu metinler üzerinden bütün bir toplumu rahatsız etmek…(belki de!…)
Şiirde ikinci yeni ile yeni bir şiir dili ortaya çıkmışken önemli isimler sanat dünyasında yer alıyordu. Roman alanında da bu hareket karşılığını bu tür eserlerle buldu kanımca. Gece’yi okurken dönemiyle düşündüğünüzde uzun erimli bir dilin olanaklar bakımından da gücünü görüyorsunuz. Ancak Postmodern metinleri okumanın ve okuduğuna dahil olmanın güçlü bir dil ve okuma birikimi istediğini de vurgulamak gerekiyor. Sıradan okur için çok zor bir tür bu. Günümüz okur niteliği ve kitlesel okumaz yığınların aklıyla sorguladığınızda da ciddi bir okur sorunu yaşayacağını öngörmek gerek. Ancak gecenin kendisi de zaten bir kaos ortamı değil midir?
Yorum Yaz
