REKLAMI GEÇ

GECENİN RÜYASI, ÜSKÜP VE TARİHİN İZLERİ…

26 Eylül 2017 Salı

Düşmanlarımızın rakı içmesi bile aynı
Şehrin kanaması başladı
Bu kent düzenli olarak kanıyor böyle
Ve sabah olunca kapatıyorlar kepenklerini

Zagreb’den çıkmasına çıktık ama bir kenti terk etmenin de öyle kolay olmadığını gördük bu yolculukta. Hırvatistan Bajakova sınır kapısından Sırbistan’a geçebilmek için sivrisinekli bir akşam vakti 3 saat kapı kuyruğunu çekmemiz gerekti. Bu kadar bekleyişi ilk Yunanistan’a çıkarken İpsala sınır kapısında yapmıştık. Çıkıştaki rezilliğimiz de tam dört saat sürmüştü. Bu sınır girişleri ve pasaport kontrolü sorunu anlaşılır değil. Kapılarda uzayan kuyruklar can sıkıntısı dolu bir bekleyişe yol açıyor. Bunca insanın bu sınır geçişlerinde çektiği ızdırabın devletlerin sahipleri tarafından yeniden gözden geçirilip daha hızlı geçiş olanaklarının yaratılması gerekiyor ki elbette bu da insani olandır. Bekleyişimiz sivrisinek saldırısıyla da taçlanıyor. Hem Hırvatistan çıkış ve hem de Sırbistan giriş gümrüğü uzun bekleyişin iki ucunu oluşturuyor. İnsan gelişmiş ileri Avrupa ülkelerinde sınır devriyesi ve kontrolü olmadan gezdikten sonra bu ilkelleşmeyi doğuya gittikçe yaşamaya başlıyor. Modern yaşamın, bilimin, aklın ve eğitim olgusunun düzeyi de buna paralel bir seyir izliyor. Doğuya ilerledikçe size bakan gözlerin derinliği ve anlamı da değişiyor. Saygının dili ve rengi de. İnsanın doğal ve salt insan olarak değer verilip yetiştirildiği toplumsal bir sistemin gerekliliği nasıl da kendini gösteriyor. Hiçbir kaba kibre ve ırkçı ayrıcalığa gereksinim duymaya ihtiyaç yok aslında. Hepimiz bu kibrin kölesi olarak birer hiçiz ve ancak gerçekten insan sıfatıyla davranabildiğimizde hepimiz birer gelişmiş canlılar olma katına nail olacağız. Irk, dil, din, kimlik ve ülke tanımadan insan olmak. Bu durumun bir pasaportu olmasa gerek. Sınır ve devriyelerle bölünüp korkunç savaş kurgucularının tetiği ve taşeronu olmadan aklımızla insan olmayı başardığımız oranda…

Caddeleri bekliyor terliklerin
Pazen kumaş kesen terzileri
Berber çıraklarını
Bazen pencere eşiğinde ölüme hazırlanan çiçekleri
Hatta üst geçitleri de…

Ben biraz da seni kaybetmeyi seviyorum
Hiç aramıyorum belki ama
Bilirsin ki bir şehir
Birini bekliyor gibi yapmazsan
Acı vermiyor insana…

Sınır yolunda oldukça zaman kaybettik. Belgrad üzerinden Üsküp hedefli yolumuzda erkenden gece oldu ve artık bu yorgun şoför, önünden akıp giden bir gecenin ortasında, düşle gerçek arasında bir arafta ilerliyor. Arabanın sakinleri sevgili ailemiz uykusunda Türkiye görüyor olmalı. Arabanın ışığı mesafesindeki aydınlığın arkasında yer alan karanlığı yutmak için dingin bir sessizlikle ilerliyorum. Kendimleyim. Arabanın usuldan homurtusu sessizliği delen tek ses. Aklımla fikrimin arasında sallanıp duran bir sarkacın altında. Duruverse bu salınma hali sabaha ulaşacağım belki de. Ama başlı başına ulaşmak fikri bile yoruyor insanı. Hep bu gidiş hali belki de bizi yollara düşüren. Gitmek, gitmek, gitmek ve gitmelerin belirsizliğinde kalan bir şeylere duyulan isyan… İnsan giderken hep tek başına oluyor. Kalabalık dahi olsa. Bu tek başınalığın verdiği güven duygusu hiçbir kalabalığın ruhuna uygun düşmüyor. Bir uyumsuz dilin çığlığı dudaklarımızı olur olmadık zamanlarla titreten. Uzun, kaba ve gereksiz konuşmaların alnı çatına derin susmalarla yer etmiş bir gidişin zamanında ağır ağır yol alıyor. Arabanın içinde insanlar, insanlar giden bir arabanın içinde dünyanın ağrısını taşıyor. Kimin kimi taşıdığı belli olmayan bir gidiş haliyle serin. Saatte yüz yirmi kilometre hızla rüzgârı duymadan gitmenin bir tadı olabilir mi?



Herkesin karanlık birkaç yeri vardır
Anlatılmamış bir hikâyesi
Muson yağmurlar biriktirilen
Gümüş bardakları
Yazlık sinemalarda unutulan neşesi…

Belgrad ve Nis üzerinden Üsküp’e yöneleceğiz. Belgrad’a geldiğimizde saat gece yarısını geçmişti. Zagreb’ten burası 393 kilometre. Uyku ve aklın içinde dolaşan evren bedeni zorluyor. Beynimizin içinde dolaşan şarkılar bu melankolik hali daha da depreştirmekte. Ev hali uykusunda tökezlemeden uyurken ben de gözlerimi açık tutmakta zorlanıyorum. Zaman zaman uzun bir düşün içine sızıp katedilen kilometrelerin farkında dahi olmadan gecenin içine doğru ilerliyor, bazen de gece acımasız bir canavara dönüşüp dışta kalmış her şeyi kocaman ağzı ve dişleriyle kendine doğru çekip yutuyor. Koca bir hayvan gibi sizi, aklınızı ve ruhunuzu kemirirken bir çığlık dahi atacak mecali kendinizde bulamıyorsunuz. Gözlerinizin perdesi giderek kapanıyor ve bilinç denen korkunç yaratık hükmünü yavaş yavaş yitirirken içinizdeki dingin çocuğun sıra dışı yüreğiyle yol almaya başlıyorsunuz. Bu yolculukta nice anıları, yaşanan muhteşem anları, ulaşılması zor dağların dorukları yanınızda size eşlik etmeye başladıkça daha bir sığınıyorsunuz bilincinizin arka odalarına. Bir tür yenilgi biçimi gibi bu. Kolunu kaldıracak hal, gözünü açacak mecal kalmıyor. Artık kendinizi tamamen bu boşluğun kollarına bırakırken dışardan olur olmadık sesler ve anlaşılmaz hayvan bağırtılarını giderek duymaz hale geliyor, duyduğunuz sonsuz huzurun evrenine bırakıyorsunuz kendinizi. Yer çekiminin ve insan kirliliğinin olmadığı bu soyut an, sizin pek fırsat dahi bulamadığınız kaçış anlarınızın en derin anlamı oluverir. Ama bir yandan gitmeye devam etmektedir arabanız. Ellerinizin arasında dönen bir dünya gibi direksiyon ve önünüze çıkan bütün hamam böceklerini ezer gibi ilerleyen aracın tekerlekleri, gecenin sessizliğini anlaşılmaz bir ağıdın sözlerine dönüştürüyor. Herkes susmanın ve gecesini içinde uyutmanın telaşında ve uyanık aklın kalbine bodoslama giden bir arabanın tekerleğinde. Gidiyor, gidiyor, gidiyor…

Soyunun en soylusu gibi görünüyor
İnsan
Ama her yeri çırılçıplak
Kimse kimsenin gözüne
İnsan gibi bakmıyor

Artık kafamızı havada tutacak mecal yok. Durup bir park yerinde teslim olmalı uykuya. Direnecek ne hal var, ne de istek zaten. O da ne! Bu kez de durmadan koşturuyorum. Hemen önümde tutuverecek hizada parıldayan bir ateşböceği. Hem kanatları hem upuzun antenleri ve hem de birçok ayakları var. Hem uçuyor hem yürüyor tıpkı insan gibi, kapkara, uzun tüyleriyle. Her seferinde tam tutacak oluyorum ani bir hamleyle yön değiştiriyor. O kadar hızlı hareket ediyor ki gecenin içinde ışık huzmelerinden oluşan çizgiler eşsiz ve renkli bir ipliğin yumağına dönüşüyor. Önce yürüyorum ona doğru. Yürümenin yetmediğini gördükçe hızlanıyor, hızlandıkça daha bi derinliğine dalıyorum gecenin. Etrafım uçurumlarla çevrili. En küçük yanlış adım bir düşüşün içine gövdemi tutacak. Ama ateşböceği öyle mi ya? Özgürce oradan oraya uçuşuyor. Bir tane değil adeta, binlerce ışığın evi gibi parıldayarak uçuyor. Bütün bir galaksiyi aydınlatacak bir güce sahip sanki. Ama her seferinde daha hızlı koşuyorum. Bunca zamanın koşmasına birikmiş bir hızın ayaklarımı yadırgamadan gidişine yetişmiyor aklım. Aklımı geride bırakıp koşsam, yüklerimi hafifletir mi ki? Benlik dediğim içimle dışımın bileşkesini kuşanır da, bir ben’i olabilir mi, geceyi ortasından bıçak gibi kesmeye? Ey tanrım, ne kadar ağır bir şeyin soytarıları olmuşuz yaşamda. Koşmaya duyulan bu hafifletici özlem ivmelenen benliğimizi yüklerinden arındırmaya yetmiyor. Yaşam denen serüvende derimize yer etmiş bir asalak gibi yaşantımızın parçasına dönüşen gereksiz ne varsa üstümüze çöreklenmişken şimdi, tam da gecenin bu en onulmaz vakti, hep’le hiç olmak arasında sıkışıp kalıyorum. Dünyanın aydınlık yerlerinden topladığı parlak ışıklarıyla geceye fener olan ateşböceği kayıtsız bir duyarlılıkla oradan oraya uçuşurken benim koşmak zorunda olduğum yol onun uçuştuğu yerlerle tezat bir ivmede ilerliyor. Her seferinde son anda düşmekten kurtulan ben giderek daha da hızlanıyorum. Bu artan hız karşısında kontrol denen denge durumu da hızla elimden, kafamdan ve ayağımdan uzaklaşıyor. Eşsiz bir resmin rengine dönüşen ışık huzmeleri sonsuz bir şiirin dizeleriyle süslenmiş gidi tam önümde bir silüete dönüşürken tutmaya ramak kala tekrar yön değiştiriyor. Kendince evrene dair hiçbir yer etmeyen ve nereye ait olduğuna dair de en küçük bir iz olmayan ateşböceği, sonsuz bir özgürlüğün ruhuyla oradan oraya uçuşurken elbette, arkasında ona tutunmaya çabalayan ve ancak ona tutunabildiğince bir yaşamdan söz edebileceği birinin varlığından da habersiz uçuyor. Uçmuyor, arkasında kendine uzanmaya çalışan o elin varlığını aslında dipten duyuyor da duymaz gibi yapmaya çalışan vakur bir acıyla karşılıyor uçumunu.

Bu uçmaya karşı eşsiz bir saygı duyan nice börtü böcek, ağaç, orman ateşböceğinin çevresinde secdeye gelircesine ışığına biat ederken, benim koşuşumun önüne atlayan ve adeta tökezleyip büyük bir düşmenin ortasına kapaklanmam için can çekişen şeylerin de gazabıyla koşuyorum. Hiçbir engel durdurmuyor bu koşuyu. Belki kayıtsızca bir seviye ulaşmanın eşsiz ve son koşusu olacak bu. Belki artık duracak ve durmanın ruhuna sınırsız zaman boyutları ekleyip ilk kez kendimize gelmenin çılgın sabahına uyanacaktık. Bütün yüklerinden ve boşluğundan kurtulmanın sabahına. Evet, belki böyle bir aydınlıkla son bulabilirdi bu koşu ama gece hala acımasız bir uzunlukla beni kendine doğru çekiyor, o büyük düşmeye ant içmiş bir sonun başlangıcı için ateşböceğini kullanıyordu. Kader denen inanılmaz oluşun çizgisi kendine inanmayanlar için de sonsuz bir acının evine dönüşürmüş böylece. Kendini kaderle betimleyen bir iktidar diliyle konuşan nice ağızların kabalığında ortaya saçılan bu salya, diş ve küfür artıkları, ışığın ve aşkın yoluna baş koyan nice serüvencinin, nice delinin ve nice uyumsuzun kalbinde derin yaralar açarak soluk almaktadır. Sadece sımsıkı sığınılabilecek küçücük bir yıldız ve azıcık bir an, tüm yaşamı hızla artan bir koşudan ibaret benim için de artık kendini durdurmanın bir olanağı kalmamıştır. Aklımı başıma almaktan ve yine sabaha böyle ağır aksak yakalanmaktansa tüm gücümle bu ivmeyi yakalayan ayaklarımın kaderine teslim olmak en iyisiydi. Oysa ateş böceği kaçmanın olanaksızlığına inanmak üzereyken ve aslında ne kadar kaçarsan kaç seni kovalayan şeyin aslında kendi içinde olduğunu düşünmeden, kaçmakla kurtulunamayacağını anlamıştı. Anlamıştı ki tam o anda, durmaya karar verdiği o büyük kararın eşiğinde, birden bire o en büyük koşusunun zirvesinde olan ben, ateşböceğini tutunduğum o anda sonsuz bir boşlukta buluverdim kendimi…

Düşüyorum, düşüyorum ve düşmüştük ikimiz de…

Diyorlar ki şimdi, ateş böceğiyle şiir böceğinin, evrenin boşluklarında binlerce yıldır hala uçuşunu sürdürdüğü, şiirin de ışığın da bu uçmadan çağlayan şarkısının hala yaşamda yankılandığı rivayet edilmektedir o kimsesiz ülkelerde. Bazen birileri bu şarkıyı duyar ve o derin ezgisinde kendinden geçip bilinmez zamanların düşlerine uyanırlarmış.

Aşk aykırılıktır
Kentin bacaklarından başlayan
Gövdesi kopmuş bir aşktır

Şimdi
Kalbini arıyor arafta…

Birden bire korkunç bir düşüşten irkilerek uyanıyorum…
Bedenim kilometrelerdir koşmuş gibi yorgun ve her yerim tutulmuş. Dik bir koltukta kestirmenin bedeli olsa gerek. Arabada herkes uyuyor. Saat sabahın dördü. Rüyamda beni kendine çekip yok eden kayıtsız bir gücün ağrısıyla uyanıyorum ve ter içindeyim. Dışarı çıkıp biraz hava almalı, kaslarımı açmalı. Gecenin karanlığı kırılıyor. Günün ilk ışıma belirtisi sanki binlerce ateşböceğinin koro halinde uyanmasına eşlik ediyor gibi. Birkaç egzersizden sonra elimi yüzümü yıkıyorum. Biraz da su içip hareket edeceğim. Otobandaki park yerinde büyük çoğunluğu Türk aileleri yurda dönüş telaşıyla çimlere savrulmuş. Tam bir ülkem keşmekeşliği hakim. Battaniyesine sarılan yol yorgunluğuna yenilip uyuyor. Sağ selamet yurda gitme telaşıyla uykuya direnen çocuklar koşturup duruyor. Yine gazımızı alıp yola çıkıyorum. Niş’e 100 km kadar mesafemiz var. Yolu yarıladık. Sonra da Niş Üsküp arası 210 kilometre. Uykunun ağır kollarından biraz olsun sıyrılıp yeniden yola koyuluyorum. Herkes uyumaya devam ediyor. Arada bir Görkem bana soru soruyor ki, uyanık mıyım diye kontrol amacı taşıyor bu. Dışarıda gece usul usul kanatlarını açıyor ve sabah sırıtkan bir hayvan yaramazlığında gülümsemeye başlıyor. Biz ise gitmeye devam ediyoruz…

Böylesine yuvarlak bir kent işte
Hangi köşesini anlatabilir aşka?
Tutup parmaklarımı getirsem
Gizlerinize
Ve dizlerinizle ağrıyan o kutsal şeylere
Aynı hataları yapar
Yine kaybolurum
Belki daha çok ölürüm bu yüzden…

Skopje’deyiz, bizim dilimizce Üsküp’te…
Yaklaşık 500 yıl Osmanlı şehri olarak kalan ve Üsküp adı verilen Skopje Makedonya’nın başkenti. 500 binin üzerinde bir nüfusu var ve Vardar Nehri tam ortasından geçiyor. Meşhur taş köprünün bulunduğu meydan buranın turizm merkezi de. Buraya Macedonia Square adı verilmiş. Tamamen heykellerle süslü bir yer ve yine mimarisiyle ayrıcalıklı bir mekan. Birçok Osmanlı mimarisine ait eserler ve camiler korunmuş durumda. En bilineni taş köprü ve kalesi. Bölgenin dili Makedonca ama Türkçe, Sırpça, Arnavutça ve Romanca da konuşulan diller arasında. 1912’ye kadar Osmanlı kenti olarak kalan bölgede önemli kültürel benzerliklerimiz var. Makedon dinarı bizim liramızdan daha düşük olduğu için alış veriş yapmaya uygun bir şehirdeyiz. Nitekim Makedonya meydanında Vardar nehri kenarında şirin bir restorana oturup gezi boyunca ilk kez bol kepçe doya doya yemek siparişimizi veriyoruz. Vakit öğleye yaklaşıyor. Yol yorgunluğunu yemekle birlikte Makedon birası içerek atıyorum. Çoğunluğu Türk olan turistler şehirde turluyor. Makedon sofrasından oluşan yemeklerimizi yedikten sonra köprüden karşıya geçip müzeye giriyoruz. Burası Makedonya müzesi. Milattan önce 7 binden günümüze uzanan bulgular, heykeller, resimlerle süslü bir tarih, kültür ve sanat şöleni sunuyor müze. Mimarisiyle de dikkat çekici bir güzellik. İçeride fotoğraf çekimi yasak. Kurala uyuyoruz ve dört kişilik aile için müze bileti alıp geziyoruz. Elbette çocuklara ücretsiz.

Geçit vermiyor artık
Büyütüp durduğumuz kaleler

Aşk kırmızı etekler giyiniyor şimdi…

Müze gezmesinden sonra yine sokaktayız, hemen yandaki meydana geçip heykellerin heybetine bakıyoruz. Karşıda kale ve Osmanlı mimarisinin eserleri. Birkaç hediyelik şeyler alıp taş köprüye yöneliyoruz. Tarihi bir yürüyüşle karşıya geçiyoruz. Köprüde bir çingene çocuğu darbuka ile müzik çalıyor. Bizim İzlem ve Görkem her müzik çalan sokak isteyicilerine yine yanıtsız bırakmıyor. Bütün bozuklukları veriyorlar. Bundan hoşnut oluyorlar. Ne güzel…

Şimdi Üsküp gezisini arabayla sürdürüp bir gündüz sefası çekeceğiz. Sonra da çok gecikmeden yola çıkıp Selanik’e yollanacağız. Çünkü bir geceyi daha içimize alıp artık çadır kurmadan ülkeye dönüş yapmamız gerekecek. Selanik buraya 251 kilometre. Yaklaşık üç saat sonra oradayız. Ancak bu son yolculuk bölümü bu sürecin de son yazısını oluşturacak. Şimdilik yine kısa bir veda…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı