REKLAMI GEÇ

HER GİDİŞ GEÇMİŞEDİR BİRAZ, MÜNİH’E…

29 Ağustos 2017 Salı

Yol ve Ötesi-XVI
Zaman ve yol… İnsan bu iki uçta salınırken mekâna dair nasıl bir yer işgal edebilir? Bir insan ne kadar olabilir? Olmanın aklıyla nasıl bir yaşam tutabilir ellerine?

Her şey yere düşüyor
Toprağın güçlü bir çekimi var
Dalını yadırgayan kiraz
Ayağından üşüyen insan

Kekre bir gün bu
Çizgisi karanlık ufuğun
Nazım usta düşünde
Yine Türkiye görüyor

Al meyveler gibi
Toprağa dökülüyor yoldaşları…

Dünya, aslında olmaya giden insanın bir şey olamadan dönüşünün kaba serüveni. Bu serüvende sadece olduğun anda duyduklarına birikirsin ve giderek o birikmeden doğan eksilmenin aklıyla azalırsın. Hafıza denen yaşam kırıntıları, biriktirmek için acımasız bir büyümenin boşluğunda koşturur durur. Sonra unutmaya başladıklarınla anlam kazanan bir serseri gidişin, değersiz akışın ve elinden yitirdiklerinle değer kazanan unutuşun büyüklüğüne yenilirsin.

Yaşam kocaman bir unutuştan oluşan bataklığa dönüşür böylece. Zaman, üstünden geçen bir ıssızlıktır. Her gün seni daha ezen bir oluşun içinde gündelik şeylerin boşluğuyla soluk alır ağzın. Ağzın herkes tarafından her an acımasızca örselenen cümlelerin sesleriyle daha da sıradan bir sese dönüşür. Sonra ağzının tadını kaçırmaya başlar ve zaman üzerinden aktıkça dünyadan aldığın tatlar acılaşır. Ağzının içine doluşan günler, akşamlar, kavgalar, dişler, öpüşler, yemekler, küfürler birbirine karışır ve koca bir safrayla kusmaya başladığın ve içinde debelendiğin bataklığın çamurunda kendine ait bencil aklınla kala kalırsın. Ama hiç bir yere gidemez ayakların. Bu nasıl da acınası bir koşuşturmaysa, çevrende döner durursun. Olduğun yerlerin senin olmandan kaynaklı hiçbir değeri, hiçbir estetiği ve hiçbir anlamı dahi olmaz olur. Olduğun yerde her gün güneşler doğar, yıldızlar üşür, rüzgârlar milyon yılın ezgisiyle ıslık çalar ama sen hala olmanın kalbine dair birkaç güzel cümle kuramaz, kolayca söyleniverir sevda sözlerinin ruhunu ellerinle dokunamazsın. Bir çalı dalının aklı kadar yaşadığı yere salınan kendine ait şarkılı bir devinimin dahi yoktur; bir yeşilin birçok tonuyla kuraklığın ve sarı renginin yakıcılığına kattığın o ruh dinginliği kadar da rengin…

Yoksunuz işte… Bu yoklukta insan ol’maya dair serüvenler edinirsiniz…
İnsan ol’maya dair serüvenlere çıkanlarsa, olduğu şeyler konusunda rahatsız cümlelere oturur ve farklı bir arayışın yollarına düşerler…

Hele ki varırsa, varmanın dokusunu kavrayan bi kavrayışın kuşatmasında, ol’maya dair yeni soluklar edinir. Yeni öpüşmelerin ağzını farklı dillere yaslar. Dişlerinin arasında geveleyip durduğu örselenmiş tatların kekreliğinden arınıp, yeni tatların varlığı karşısında şaşkınlığını saklama gereği dahi duymazlar…
Duymasın…
Ama doysun…

Ayakta duran bu kent yıkıntı aslında
Yeni anlamlara gebe olabilir bu
Geçmişin izlerini darmaduman edip
Geleceğin aklını zehirleyebilir
Dişlilerde dinlenen kadife insan

Yıkık görünen her şey ayakta aslında…

İnsan neyi kulaklarını kapayıp neye kulak kabartacağı konusunda olmanın kavrayışını edinirse, zaman denen derin akışa karşı bir yere ait olmamanın özgürlüğünü bir tür aidiyet duyumu olarak sarılabilir… Sadece midesiyle değil yüreğiyle de doyabilir…

İşte o zaman yaşam; insana ait bir tutuş biçimi, insandan gayrısına dair geniş bir kavrayışa bürünebilir. Bizi sınırlarla, devriye gezen askerlerle, onların acımasız silahlarıyla, militarizmi evimizin en yakın dostu kılmış devletleriyle ve de bu mühür, kaşe ve onay dolu bürokratik engelleriyle, bizleri yüksek atlama yapmaya koşullayan ve pasaport denen ağrılı sayfalarla kağıdın yüz karası izin defterlerini dayatan bu uluslararası köleliğe karşı hiç mi kalbiniz olmasın? Hiç mi duruşunuz, aklınız ve dünyaya dair bir oluş biçiminiz olmasın? Oysa her şeyi özgürce yapmaya, kalkmaya, gitmeye, içmeye ve yemeye hak ediyorsunuz…

Tanrım, ne kadar yoksunuz!
Ne kadar çok oluşunuzun altında ezilen ve eriyen bir suskuyla yok oluyorsunuz…
Olmanızın ağrısında ne kadar azsınız…
Ne kadar azmışsınız…
Ve tek bir cümleyle tarif edilebilecek bir olmanın yangınında yok olmaktasınız…
Olduğunuz ve olmaya düşlediğiniz arasındaki arafta bir kül tortusu dahi kalmayacak sizden…

Zürih Münih hattı…
Paris, Zürih ve Münih hattında ev konuğu olarak kampçılığı oldukça özler olmuştuk. Bu uzun gezimizde ev ortamıyla da dinlenme şansı bulduk aslında. Misafir olduğumuz buralarda gerçek bir Türk konukseverliği duyumsadık. Her şeyini talimatlar, kurallar ve yasalar bütünlüğü olarak yaşayan Avrupa soğukluğu karşısında Türk usulü konukseverlik yaşanmaya değerdi. Bizi Münih’te bekleyen Emel’in köyden çocukluk arkadaşı Rukiye ve eşi Ali usta da muhteşem bir ev sahipliğiyle uğurlayacaklardı bizi. İnsan uzak yerlerde tanıdık olmanın dışında içten bir konukseverlikle de ağırlanınca kendine bir tür sığınak bulmuş kadar seviniyor. Burada da sıcak ev ortamını bu değerli insanlarla yaşadık. Bize odalarını, kalplerini ve inceliklerini verdiler. Çocukları İlker benimle yakın bağ kurarken, ki bunda futbol önemli bir bağ kurma aracıydı; küçük kızları İlayda da Görkem ve İzlem’in yakın dostu olacaklardı…
Münih’te kentten çok buradaki dostlarımız olan insanlardan söz etmek gerek. Emel çocukluk arkadaşıyla tarihin gerilerine bir yolculuğa çıkmakta gecikmedi. Biz Avrupa’ya, ileri doğru bir gidişin serüveninde serinlerken bir anda geçmişin kucağında bulduk kendimizi. Anılar, unutuluşun zehirli halkası ve acımadan geçen zaman. Bu hız karşısında büyümenin evinde herkes hüzünden de payını alıyor biraz. Neyse ki çocuklar yeniden dünyaya çağırıyor bizi. Genetiğimizi ve kalbimizi onlara devretmenin az da olsa bir tür sığınak olabileceğini düşünüyorum. Fazla kederlenmemek için…

Kalelerin görkemini çekse gök
Devrik bir ülke kalır gövdemize
Yapıcılardır kapıları sözle buluşturan gül

Gıcırdayarak açılan günle girilir oraya
Sessizce bir kentin rahmine bir kadının aklına
Dindirilemez o deli kanama ama girilir

Ve kan sızar şehrin eteklerinden…

Arabamız gizliden teklerken Münih’e hedef koymuştum…
Araba henüz Berlin’de teklemeye başlamıştı. Direksiyon hidroliği yağ kaçırıyor. Bu arıza ülkemizden kalma. Tamircim Turan, abi idare edelim gittiği yere kadar demişti. Şimdi önümüze çıktı. Araba sakinlerine arızanın ciddiyetini hissettirmiyorum. Ama Münih durağında sağlam bi ustanın bizi beklediğini tahmin ediyordum ve yanılmayacaktım…

Onca yolu yağ takviyesiyle idare edecek ve Münih’e geldiğimizde arabayı hemen atölyeye bırakacaktım. Öyle de oldu. Münih’te futbolcu dostum İlker’le ve babası Ali ustayla iki gün atölyede zaman geçiriyorum. Benim için keyifli anlar. Bir marangoz oğlu olarak esnaflığın atölyesinde de uzun süre yer almıştım. İki gün boyunca Münih sanayi bölgelerinde İlker’le parça kovalamaktan şehri yine tanıma olanağı buldum. Bayern Münih ve Münih 1860 kulüplerini ev sahipliği yapan kent futbolda bir endüstri zaten. Bu endüstrinin ortasında bi Arena’da bi eski Olimpiyat stadı çevresinde dönüp duruyoruz…

Ali usta yıllar önce Uşak’tan çıkıp gelmiş ve burada kendine ait atölye açıp birçok kendisi gibi gelen işçiye çalışma olanağı sunmuş. İşine hakim. Kısa boyu ve güçlü kollarıyla isim yapmış Münih’te. Şükrü Erbaş’ı anımsatan bir yüz ifadesi var. Dinginliği ve sakin tarzıyla da bilge bir yüz bu. Üç gün boyunca atölyede yoğun bir iş ortamı vardı. Benim arabanın arızasında sıkıntı büyüyordu. Parçayı eline alıp Alman ustalara tarif ederek tamirini yaptıran Ali usta, bizi ciddi bir külfetten kurtardı. Ayrıca araç üstü bagajını da bizim düldüle takarak eşyalarımızı hafifleten dostumuz oldukça zaman ve emek ayırarak bizimle yakından ilgilendi. Minnettar kaldık, ezildik büzüldük, yetmeyen teşekkürlerle karşılık vermeye çalıştık umutsuz. Ama Türkiye’de buluşulacak elbet…

Almanya’da Türk olmak üzerine çok şey yazılıp söylendi kuşkusuz. Şimdi bunu gözlemlemeye çalışıyorum. Genellikle buradaki Türkler, Avrupa’ya uyumsuzlukla beslenen bir Türkiye özleminin verdiği duygularla politize oluyorlar. Sanattan, kültürden, bilgiden ve bilimden beslenmeyen bir aklın yerine koyacağı mutlak dizgeler olacaktır ve bu da yoğunlukla inanç düzeyinde ilerliyor. Saygı duymalı… Kimseye niye öyle düşündüğüne dair sorgulama hakkımız yok. Ancak koşulsuz herkes insan olmak zorunda, ortak adresimiz bu. Burada bu duyguyu derinden duyumsuyoruz.

Mültecidir nasırlı yurdunda elin rüyası
Yaşamıdır acının başkenti
Bir gün öylesine aylaklık ederken anladım bunu…

Çocuklar için ayrı bir parantez…
Gezimizin müze ve kültür ayağı çocuklar üzerinde sıkıntı yaratan bir etkene de dönüşebiliyor. Doğal olarak sıkılıyorlar. Oyuna ve eğlenmeye gereksinimleri var. Bu gerçeği yadsımadan gezmenin aileye pek de keyif vermeyeceği ortada. Bir de elbette arkadaş ihtiyaçları… Grupla Paris’ten bu yana ayrıyız. Kamp ortamında gezi dostlarımızın çocuklarıyla oynayan bizimkiler uzun süredir yaşıtlarından uzak. İsviçre’de Eray’la bu şansı yakalayan Görkem biraz olsun oyun arkadaşına ulaştı. Ama İzlem her zamanki gibi kız arkadaş kıtlığı çekiyor ve bu da onu daha fazla hırçın yapıyor. Neyse ki Münih’te İlayda ile rahat bir soluk alıyoruz. Burada çocuk merkezli gezi planları yapmak durumunda kalacağımız kesinleşiyor. Bu nedenle müze programı yapmıyoruz. Ayrıca arabamız bakımda olacak ve bu da geziyi zorlaştırıyor.

Münih’te ilk programımızı çocuklar şekillendiriyor. Bu Pazar gününü değerlendirmek için Avrupa’nın en büyük hayvanat bahçesine gitmeye karar veriyoruz. Misafir olduğumuz dostlarımızla metroyu kullanarak gideceğimiz yere varıyoruz. Gün boyunca burada zavallı hayvanların esaretini görüyoruz. Her ne kadar büyük ve doğal ortamlarına uygun kafesler yaparlarsa yapsınlar, zavallı hayvanlar burada esir ve hiç birisi mutlu değil. Bunu derinden hissediyorum. Bu nedenle yıllardır böyle yerlere gezmiyordum. Çocuklar için gittiğimiz bu yerde yine içimiz buruluyor. Yeryüzünde bu tür gezi yerleri tamamen yasaklanmalı bence. Çocukların hayvan ilgisi ve merakını daha farklı bir sistemle kurgulamak gerekiyor. Gelişmiş teknoloji bu işi de çözemez mi?

Çocuk merakını kazanca dönüştüren bir tüketim kültürünün doruk noktası hayvanat bahçeleri. Bi daha böyle yer gezeceğimi sanmıyorum. Avrupa’nın en gelişmiş ülkesinde de olsa bu yabancılaşma ve canlı sömürüsünün tanığı olmak bende çok olumsuz bir etki yaratıyor.
Neyse ki akşama doğru konuk olduğumuz dostlarımızın çocuğu İlker, arkadaşlarıyla halı saha maçı yapmak için beni de davet ediyor. Almanya’da halı sahada oynadım demek için bulunmaz fırsat. Hazırlanıp gidiyoruz. Çoğunluğu Türk gençlerin. Aralarında oynamak zor ama yeteneğimiz burada da iş görüyor. Keyifli bir maç yapıyoruz. Futbol zevkli bir oyun, oynanırsa eğer. Ertesi günü yine topumuzu alıp Görkem, İlker ve ben mahallenin sahasına gidiyoruz. Büyük bir çim saha ve sentetik saha yan yana. Spor yapmak serbest. Sahalar herkese açık. Keyifle ter atıyoruz. Avrupa’da top oynadım demenin mutluluğu içimde…

Kentlerin beynini kazıyor makineler…
Bir gün bir vitrin camekânında
Kendime bakarken anladım bunu
Irkımın vatansız olduğunu
Anladım ve sustum kalbime…

Çocuk programımızın son ayağı yine çok büyük bir eğlence merkezi olan Skyline Park’da oldu. Devasa bir lunapark olarak düşünün burayı. Televizyonlarda gördüğümüz ve insanı bakarken ürküten büyük binilir şeyler. Türkiye’de olsam daha da endişeyle izlerdim bunu. Neyse ki modern cihazlar ve güvenlik ön planda. Bir çok çalışan denetlemesini iyi yapıyor. Çocukların mutluluğuna ve heyecanına diyecek yok. Disneyland gibi mısır tarlalarının arasında kurulmuş ve Münih’e 75 km mesafede bir yer. Dört bilet alıp giriyoruz. Haliyle içerde her şey ücretsiz. Ben çocukların fotoğraf çekimleriyle ilgileniyorum. Elbette kasasıyım da. Ne isterlerse alması gereken korkunç bir ebeveyn. İnsan kendini sürekli sağılan bir inek gibi hissetmeye galiba aile içerisinden başlıyor ve giderek toplumsal bir histeriye dönüşüyor ve ülkeler tarafından da sağılmaya başlıyoruz. Kaderimiz bu herhalde…
O gün hemen hemen bütün tehlikeli ve adrenalini kabartan aletlere biniliyor. Gerçekten çocuklar çıldırmışçasına mutlu. Ben mi? Bendeniz sadece çarpışan arabayla yetiniyorum efendim. İçine dünyanın ağrısı batmış benim için, içimi o korkunç aletlerle kaldırmanın hiç de anlamı yok. Çocukların eğlenmesi ve çocuk odaklı olmak bizi de serinletiyor. Böylece Münih’te hayata bir çocuk arası veriyoruz…

Saçımı tarayıp geçtim
Esmer bir güvercin kanadından
İç geçirmeden
Şehrin karanlık akşamlığından
Unutuldukça daha büyük
Anımsanan şeylerin hafızasından
Helallik istemeden
Selamlaşarak çocuk parklarıyla
Geçtim
Ve ölemedim hala…

***
Buradaki zamanımız da doluyor nihayet. Her geliş bir gitmenin giriş kapısı değil mi? Münih üzerine söz ederken bir Almanya üslubundan da bahsetmek gerek. Düzen ve rutinlik var buralarda. Bu şehir daha sessiz sanki. Akşamları özellikle. Otomat bir iş hayatının baskın ağırlığı insanları evine kilitliyor gibi. Dinlenip ertesi günü yeniden işe dönüş. Hayatlar, işin cenderesinde hızla eriyen kutuplar gibi. İnsanı küçültüyor ve hayallerinden ediyor. Özgürlük duygusunun işe boğulduğu bir çağda yaşıyoruz artık. Bu da şanslı olanlar. Eğer bir işe de sahip olamamışsanız trajedinin bir diğer boyutuna atlıyorsunuz. Açlık ve yoksulluk. Bir işe şükreden kentlerin yaşayanları, özellikle üçüncü dünya ülkelerinden gelen emekçileri için bu şehirler pek de gezilesi yerler olamıyor. Avrupa’da yaşayan çok Türk dostumuzun ağzından duydum ki; “harika geziyorsunuz, biz daha Paris’i bile göremedik,” sızlamasını… Elbette iç açıcı bir durum değil.

Bu yüzden cinsiyeti yoktur sevdamın
Ayrılığın ayılmanın sarhoşluk aksanında
Yoktur cinsiyeti sana yenilmenin
Irkımın ve vatansızlığımın yoktur
Marşlarla ve ayrılıklarla süslenen
Silahların birden bire patlamasının
Bu bedenimizin aşağılık bir kalbi
Yoktur
Olmayacak
Olmasın
Akşamlarına sızan ellerimin şarkısı…

Ama kentler elbette sahiplerinin. Bu da kastlaşan bölgeleri öne çıkarıyor. Münih’te yürüyerek Maximilian Caddesi’ne gidiyoruz. En pahalı otellerin, dükkanların, alışveriş merkezlerinin yer aldığı ve haliyle de cadde kenarlarına son model çılgın arabaların park edildiği sokak. Vitrindeki basit bir takım elbisenin üzerinde 1200 Euro yazısını görünce mankene bakıyorum. Kumaştan oldukça tasarruf edilmiş giysinin değeri beni şaşırtıyor. Sınıflı toplumların sömüren kanattaki temsilcilerini anlayabiliyorum elbette. Onlar eğlenmede, harcamada ve müsriflikte zirvedeler. Ama alt tabakada bu caddelerde yürüme gücü dahi olmayan ezilenlerin bu zenginliğe karşı takındıkları kayıtsız, hatta destekleyici tavrı anlamanın olanağı yok.

Bu kurtuluş düşlerini tarihe havale edip Maximilian Caddesi’ni İlker’le arşınlıyoruz. Hayallerimi süsleyen elbet bir gün zengin olmak düşleri değil belki. Ama bu embesillerle aynı caddede yürümek dahi rahatsızlık verici. Kentlerin caddeleri arasındaki bu uzlaşmaz çatışmada yerimizi yadırgamamalı. Tam tersi, yerimizi en güçlü şekilde temsil etmek dışında bir seçeneğimiz yok. En azından o zaman tarihe ve doğaya karşı bir doğru duruş edinmiş oluruz…

Hoşça kalın sevgili dostlar ve Münih…
Artık gitme vakti. Çok değerli bir karşılamayı geriye bırakmalı. Rukiye ve Ali dostlarımız bizleri 4 gün boyunca layıkıyla ağırladı. İlker ve İlayda da bu senfoniye katılan çocuklarıydı. Türkiye’de görüşmek üzere deyip veda ediyoruz. Hedefimiz Avusturya Viyana. Sonra da her geçen gün daha da özlemini duyduğumuz ülkemiz…

Yolumu bitiriyorum işte. Devinimdir kent
Zor karşıtını da güçlendiriyor içimde

Özledim
Su ve deniz ve toprak kokan tırnakları
Belki kürt belki peşmerge belki de süryani
Rakamlar anlatamaz bir şehri
Neden ille de bir şey olmak zorunda olduğumu
Dil anlatamaz
Susmaktır yenilmiş bir sevdanın başkenti…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı