REKLAMI GEÇ

PARİS’İN AŞKLA VE IŞIKLA DANSI-1

25 Temmuz 2017 Salı

Paris, tek bölümde anlatılabilecek bir yer değil. Aşkın yaşandığı kent olarak bilinen ve nice sanatçı tarafından da konu edilen Paris gerçekten görmeye değer bir kent.

Şehirleri gezerken yaşayanların dilini, mimiklerini, kültürünü, davranışlarını izlemeye çalışıyoruz. Doğal olarak kendi ülkemizle de bir kıyas yapma gereği duyuyoruz. Ülkemizden çıkalı on altı gün olmuş. Elbette özlem başladı. Özellikle yaratıcılık ile saflık arasında bir sarkaç gibi gidip gelen ülkemiz insanlarının yaşam düzeyi ve davranışları gündemimizden düşmüyor. Kabalıkta sınır tanımaz şiddetimizi de özlemeye başladık sanki. Çünkü Avrupa kentlerinde artık bizi neredeyse rahatsız eden bir incelik var…

Bu ülkelere aidiyet duygusuyla bakamıyoruz elbette. Bizim değil çünkü. Ortak bir kültürümüz de yok. Ama bir nezaketin olduğu kesin. İnsan insan gibi yaklaşınca aradaki bütün kültürel, sosyal ve ırka dayalı farklar buz olup eriyor. Çünkü insan sıcaklığı var sınır tanımayan. Bu düzeyi yakalayan bir Avrupa kültürü kaç yüz yıldır yaşam bulmuş. Buralar birey özgürlüğünü ve onun yaşamsal haklarını bir yaşam biçimi haline getirmiş. Bizden çok yüzyıl ilerideler. Paris’te birçok yerde şu söyleniyor; “Burada kadınlar her zaman önceliklidir. Arkasından çocuklar, sonra da hayvanlar gelir.” Bu sıralamada erkek en son basamakta. Gözünü seveyim canım ülkemin. Erkek her koşul ve çağda tek yetke ve yaşamın süper liginde…

PARİS LOUVRE MÜZESİ VE NOTRE DAME KATEDRALİ
İkinci gün gezi duraklarımız bu iki önemli yer. Trafik ve park sorunu burada da kaçınılmaz. O nedenle metroyla gidiyoruz bugünkü gezilerimize. Deniz Aslan sadece akşam yemeklerinde değil, sabah kahvaltı sofrasında da konuya hakim. Bizi çok güzel bir kahvaltıyla evden çıkarıyor. Kendisi dükkânına gidecek. Bizse yeni bir günün yorgunluğu için hazırız. Program akşamdan yapıldı. Rüya şehirde belki karşılaşırız diye çadır kampı dostlarımız Emin, Hüseyin ve Mehmet Sıddık hocaya mesajla gerekli bilgilendirmeyi yaptık. Önce Louvre Müzesi, sonra da Notre Dame gidilecek. Aklımızdan, okuduğumuz kitaplar ve izlediğimiz filmler gelip geçiyor. Rüya şehirde gezerken sanki bu kitapların sayfalarında dolaşıyor, oradan oraya film setleri arasında koşuşturuyoruz. Daha çok yere ulaşma telaşı yorgunluğa yol açıyor. Ama bundan tek şikayetçi Görkem ve İzlem. Onları susturmanın yolu da elbette belli. Büfelerden alınan değişik tatlarda yiyecekler bu işe yarıyor. Hem enerji hem de rüşvet…

Loure Müzesi bir kültür hazinesi. Bu hazineye girmek ayrı bir dert, çıkmak ayrı. Bir buçuk saat kuyrukta bekledik. Hadi sıra geldi, 60 euro vererek ailecek müzeye girdik. Bu bizim liramızla 240 TL. Sağlam bir ederi var bu müzenin. Bırakın bir Avrupa yolculuğu yapmayı, bu müzelere girmenin bile bütçesi oldukça kabarık. Gerçekten bu tür turizm hareketi için zengin olmak şart. Bu gezinin bize maliyetini size son yazılarımızda açıklayacağım. Ama kesin olan şey, ciddi bir kredi çekip bu borcu kapatacak oluşumuz. Ama önce bu müzenin tadını çıkarmalı.

Gerçekten girdikten sonra çıkılmayası genişlikte bir müze. Aylar sürecek bir gezme gerektiriyor. Delacroıx’in meşhur tablosu (Halka Önderlik Eden Hürriyet) yanında poz veriyorum. İlk tanıdık güçlü eser bu. Fransız ihtilalinin sınıfları birleştiren mücadelesini anlatan simge bir tablo. Mona Lisa önüne gelmeden birçok fotoğraf çekiliyoruz. Bu çaba giderek anlamını yitiriyor. Hangi birini resmedeceğiz. Müzede 70.000 sanat eseri varmış. Ayaklarımıza kuvvet, gezebildiğimiz oranda resim ve heykeller arasında ve muhteşem müze mimarisinde bu günü değerlendiriyoruz…

Rönesansla Aydınlanma Çağı’nı başlatmış bir Avrupa elbette kent kültürü ve sosyolojisi bakımından şehirleşmenin tüm olanaklarını gündelik hayatın bir parçası haine getirmiş. Biz bu seviyeden çok yüzyıl gerideyiz. Sanatsal ve kent mimarisi açısından ciddi bir birikimle zaten çağın ilerisinde bir Avrupa karşımızdaki. Dışarıdan martaval okumaya, bu masalları inanmaya hiç gerek yok. Gidin yerinde gözlemleyin ve aramızdaki Kaf dağını kendiniz görün. Kent meydanlarını, toplu yaşam alanlarını ve sosyal, kültürel, dinsel ve eğitsel alanları bundan bin yıl öncesine dayanan ve korunan bir mimari kültürle planlayan bu kentler ve yerel yönetimler, tarihe ve kültüre saygıda en küçük bir zaaf göstermemiş. Biz ise daha yüz yıl bile olmamış bir cumhuriyet tarihiyle her şeyi dümdüz etmeyi başarmış bir ulus olmanın madalyasını neremize takmalı bilemiyorum…

Elbette şimdiki yönetimlerin temsilcilerinin de sanat ile sepet arasındaki farkı anlamalarını beklemek saf dillik olurdu… Örneğin Notre Dame katedralini gezerken büyülenmemek mümkün mü? Avrupa, dinselliğiyle de pazar payı yüksek bir dolaşım içeriyor. Kiliseler ve katedraller ciddi bir sanatsal estetikle donatılmış. Aydınlanma dönemi ressam ve sanatçılarının oldukça uzun bir çağ boyunca süslediği katedraller hem bu sanatçıların yaşam alanı olmuş hem de çok önemli eserlerle ortaya çıkmış. Devlet ve din olgusunun bu çok yıllık kardeşliği ülkeler yönetmek gibi güzel bir olanağı iktidarlara sunarken bundan kaynak yaratmanın da ciddi bir zemini olmuş. Notre Dame bir şaheser. Gidin görün ve din kavramı üzerine yeni bir bakış açısı geliştirin. Küçük bir mum yakmanın veya günah çıkarıp dua etmenin bedelsiz olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Kapitalizmde din, salt gönlünüzü teslim ettiğiniz bir kurtuluş ve nihai mutluluğa ulaşma aracı değil; sizin en kısa yoldan en kolay şekilde müşteri olma ve sadece yönetilebilirliğinizle ilgilenen bir alan. Siz ister inanın, ister inanmayın. Hepimiz bu fanusun içinde inançlarımız ve inançsızlığımızla debelenen zavallı, yardıma muhtaç ve ölüme mahkûm yaratıklarız…

Devam edecek…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı