REKLAMI GEÇ

Salah Birsel’in özgün köşeleri: Dört Köşeli Üçgen…

5 Aralık 2018 Çarşamba

“Ben bir gözlemciyim, uluslararası bir gözlemci.
Gece uyurken bile gözlemcilik görevimi elden bırakmam.
Gazinoda oturanlar, işportacılar, memurlar, müdürler, satınalma kurulu üyeleri, şoförler, karaborsacılar, önemli derneklerin genel yazmanları, hırsızlar, aydınlar hep benim gözlemim altındadır.
Ben bu gözlemciliğe, çalıştığım Tütün Yaprakevi’nin deposunda alıştım.”

Salah Birsel’in Dört Köşeli Üçgen adını taşıyan ve yazdığı tek romanını bir çırpıda okumak mümkün. Konusunun sizi bir gerginliğe iteklemesine izin vermeyin. Okumaya değer bir roman bu…

Anlaşılır, sade ve kolay okunan bir dilin akışında ilerleyen kitap konusuyla oldukça farklı bir iklime sokuyor okuyanını. Kafasını gözlemle yırtmış bir adamın serüvenini anlatıcının ağzından okuyoruz. Kimi zaman gözlemciliğinin doruklarında kendinden geçen kahramanımız gözlem içinde binlerce gözleme dalıyor. Kimi zamanda gözlem yapma çılgınlığında başı sürekli belaya giriyor.

Tahminimce bekçilikle elde edilen bir birikimin sonrasında başlayan bu gözlemcilik duygusu, somut varlıkların ve olayların akışıyla ortada görünen şeyler üzerinde yoğunlaşıyor. “Gözlemcilikte bütün düşünceler öndedir. Vitrindedir. Bunları istediğimiz zaman avcumuza alabilir, istediğiniz biçimde bıçağınızı yüreğine saplayabilirsiniz.” (S. 6) Gözlemleme olayını kendisinin yaşamda var olmasının temel nedeni durumuna getirmiş bir saplantılı haldir kahramanımızdaki durum…

Bu gözlem vurgusu doğal olarak yaşamın kaçınılmaz işlevine bürünüyor. Sadece olan, duyulan, bilinen ve görünen gerçeklik üzerinde yapılan gözlemciliği vurgulayan anlatıcı diğer insanların gözlem yapmamasına da oldukça yadırgıyor.

Ancak her ne kadar reel gerçeklikleri gözlemleme üzerine kurgulanmış olsa da roman bu gerçekliği sürekli kıran bir felsefi derinlikte ilerliyor. Ortaya çıkan paradoksta mekânsal oluşumlar, ağırlık birimleri, matematiksel doğrular tuzla buz ediliyor. Romanın ikinci bölümünde anlatıcı odasının neden dört köşe olduğunu sorguluyor. Bu bölümün adı da ilginç: Silindir-Şapka İçindeki Sinek. Anlatıcı köşeli şeylerden rahatsız. Kesinlik içeren şeylere karşı alerjik. 11. Sayfada 850 gramlık çengel armudu veya kavak incirinin gerçekte ağırlığının yere, duruma hatta ülkelere göre sürekli değiştiği ve bir türlü gerçek ağırlığının anlaşılamayacağını söylüyor.

Gözlem yapma durumunu giderek abartan roman kahramanı diğer insanların özel durumlarını ve anlarını gözlem altına almayı da kendine adeta bir hak olarak görür.

“…Kadınların yatışlarından bir şiir, bir melodi çıkarılabilirdi. Kimileri bir keman gibi ipince uzanıyor, kimileri bir ut, bir cümbüş gibi yatağın ortasına çörekleniyordu.

… Erkeklerse, uykularda çokluk kadınlardan uzaklaşmak istiyorlardı. Bir başlarına kalmak, türkülerini yalnız kendilerine saklamak hevesi onları iyice kavrıyordu.” (S, 33)

Mahremiyet alanlarında yaptığı gözlemler ve yakalanma anlarında da kendini kesin bir şekilde savunması gözlem işini kendini ne denli verdiğini gösterir. Ancak kahramanımızı deli hastanesine götürecek noktaya ulaştıran gözlem içinde gözlem deneyimleri, giderek nevrotik bir aşamaya geçecek. Kitabın sonlarında fırıncı arkadaşını sandalyeye bağlayıp fırının içinde gözlem yapma deneyi ise travmanın boyutunun kontrolden çıktığını gösteriyor. Zaten romanın sonunda da kahramanımız fiziksel açıdan da bir ucubeye dönüşecektir.

Bu başkalaşımı biz varoluşçu romanlarda da karşılaşıyoruz. Kafka’nın Samsa’sı da böceğe dönüşüyor ve gündelik hayatın sıkıcı rutinliğinden odasının köşesinde bir böcek olarak ölüyordu. Aynı tür başkalaşım ve aynı gündelik yaşamın işleyişine karşı gözlem yaparken kendini tımarhaneye götüren süreçler zinciri.
Bir yanıyla yaptığı şeye hiç kimse olağan karşılamamaktadır. Bu durum kahramanın daha da kendisine ve topluma yabancılaşmasını körükler. Gündelik hayat içinde tutunamaz. Giderek akıl hastanesine kapanmaya dayanan gözlem serüveninde zaman zaman doktorlara başvursa da bir çözüm üretemezler. Zira hiçbir literatürde tarifi olmayan bir durumdur bu gözlem hastalığı. Doktorların hem hasta hem hasta değilsin durumunu da içerleyip sinirle doktorlardan çıkan kahramanımız bu gözlem işinde aklının sınırlarını zorlar ve sonunda akıl hastanesine düşer. “Eskiden gözlemcilik, varlığıma ekli bir varlık durumundayken, şimdiler damarlarımda akmağa başlamış, etime, sinirlerime karışmıştı.” (S,56)
Kitapta şairler, yazarlar için de geniş parantez açan anlatıcı sanatçı ilişkilerindeki yapaylıklara, sahtekarlıklara, aldatmacalara vurgu yapıyor. Aynı zamanda önemli bir şair olan Birsel, içinde yer aldığı dünyaya içerden bir eleştiri getiriyor. Kitabın 13. Bölümü “Bir üstad” başlığıyla roman kahramanının öyküye başlaması, yayıncılarla ilişkisi ve bir türlü yayımlanamayan öyküsü ile buradaki ilişkilere de ışık tutuyor.

Zaman ve mekân arasında dolaysızca dolaşan anlatıcının neredeyse delirmeye varan dönüşümünde yazardan veya gözlemcimizden psikolojik ipuçları almıyoruz. Yazarın psikolojiyle ve nevrozla bir ilişkisi yok. Anlatıcının zihinsel dünyasına dair bilgiye sahip değiliz. Yazar öyle bir mesaj niyeti de taşımıyor. Gözlem yapma olgusu başlı başına travmatik bir serüvene dönüşürken kişiler değil gündelik hayat ekranda tutulur.

Salah Birsel bu romanı gerçekte 1957’de yazıyor. Ama yayımlanması için 1961’i bekliyor. Çağdaş yazınımızın önemli şairlerinden ve denemecilerinden biri olan Birsel bu tek romanıyla pek fazla değerlendirilmemiş bir yazar. Dönemine göre oldukça farklı bir roman, temasıyla özgün bir durum yaratmış kanımca. Düşsel, deneysel bir anlatı demek yerinde olur. Kahramanın bireysel psikolojik durumuna ilişkin hiçbir ipucu vermeden gözlem yapma olgusuna odaklanan yazar; romanın kahramanıyla insanların, olayların ve mekanın yaşam tarzını, işleyişini ve konumlanışını merceğine alır. Sıradan şeyleri sorgular ve yeni sonuçlar elde eder. Yazar toplumun bütün süreçlerini kahramanın hikaye örgüsüyle sorgulayıp yeni çıkarsamalar üretiyor. Uyanıkken yetmiyor, uykuda da gözlem yapmaya başlıyor. Aklı şaşırtıyor, ters yüz ediyor. Tüm bunlar aslında ironik bir örgüyle anlatılıyor. Okurken gülüyorsunuz, şaşırıyorsunuz.

Belki de yazarın amacı da burada saklı. Her şeyin acımasızca ve derin bir sessizlikle kabullenilmesine, susulmasına, toplumsal duyarlılığın giderek körelmesine ve sığlaşmasına bir tepki romanı değil mi acaba dört köşeli üçgen? Tersinden bakmayı, görünenin tek gerçeklik olmadığını okuruna duyumsatan bir roman.

Felsefi derinliğe sahip ve bilgiyi tersyüz eden bu kitap okuma kolaylığı ve sürükleyici diliyle insan aklını zorluyor. Ama keyifle okuyorsunuz. Sınırlar, gelenekler, kurallar birbirine giriyor. Kafa karışıklığı yaratıyor. Bu fantastik anlatı Salah Birsel okumanın tadıyla daha da keyif veriyor.

Ressam ve müzisyen kimliğiyle kamera arkasına geçen Mehmet Güreli’nin dünyasıyla beyaz perdeye aktarılan bu roman daha farklı bir gözle izlenmeyi gereksiniyor kuşkusuz. Dört Köşeli Üçgen, film olarak da 6. Uluslararası Kayseri Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu, en iyi görüntü yönetmeni ve jüri özel ödülüyle taçlanmıştı.

Önce kitabı okuyup sonra da bu filmi izlemenizi tavsiye ediyorum. Mangalda kül bırakmayan korkunç egolarımızın okumalarla beslenmesi dileğiyle…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı